Küresel çağda müslüman toplumların genel görünümü olumsuz bir tabloyu karşımıza çıkarmaktadır. Bu olumsuz tablo sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. anlamda sorunları hem daha çok görünür kılmakta hem de olumlu çıktılar üretme noktasında bir başarısızlığı deşifre etmektedir. Müslüman coğrafyada insanlar çoklu sorunlarla uğraşırken yaşanan handikaplar neredeyse değişmez bir “kader” olarak sahiplenilmiş görünmektedir.
Dünya ölçeğinde çok farklı coğrafyalarda Müslümanlar yaşamaktadırlar. Yoğun olarak Ortadoğu’da bulunan müslüman ülkelerin dışında küreselleşmenin karakteristiğine de uygun biçimde Amerika, Avrupa, Asya vb. kıtalarda yaşamaktadırlar. Ortadoğu başta olmak üzere müslümanların yaşadığı ülke ve hayatlarına bakıldığında ciddi potansiyelleri barındırdıklarını söyleyebiliriz. Söz gelimi; Ortadoğu her bakımdan zengin maddi kaynaklara sahip olup kültürel, tarihsel ve düşünsel birikimleri vardır. Aynı zamanda insan kaynakları açısından da zengindir. Fakat bu potansiyellerle mütenasip bir yönetimsellik üniversite, düşünce birikimi velhasılı üretim görül(e)memektedir.
Bunun karşısında Batı bir çok açıdan başarısı ve egemenliğini sürdürmektedir. Modernleşme sürecinin öncesinde ve sonrasında bir dizi değişimin içinden gelen Batı dünyası, üretimi, düşünce birikimi, üniversitesi ve yönetimselliği ile hala tüm dünyada varlığını göstermeye devam etmektedir. Dünyanın çok farklı ülkelerinden insanlar bugün bile birçok açıdan batı toplumları ile temas kurmakta; Batı üniversiteleri ve enstitüleri kendi”leri ve Batı dışı toplumlarla ilgili bilgiler üretmektedirler. Doğrusu bu durum, Batı’nın dünya ölçeğindeki egemenliğini sürdürmesinde işlevsel olmaktadır.
Elbette Batı’nın egemenliğini sürdürmesinin araçlarından birisi de askeri güçlerle kurmuş olduğu militarizm ve sömürgeleştirmedir. 1950’lere kadar açık işgaller biçiminde devam eden bu sömürgeleş(tir)me, 1950 sonrası post/kolonyal dediğimiz daha rafine yöntemlerle yapılan tarza dönüşmüştür. Nihayetinde kahir ekseriyetini Batılı ülkelerin oluşturduğu küresel aktörler özelde İslam dünyası üzerindeki sömürülerini hız kesmeden devam ettirmektedirler. Maddi sömürgeleştirmenin de ötesinde İslam dünyasında Batı’ya her bakımdan teslim olmuşluk duygusunun hakim olduğu bir zihinsel sömürgeleşmeden bahsetmek mümkündür.
Böyle bir manzara bize İslam dünyasının ciddi bir kuşatılmışlığını göstermektedir. Bu kuşatmayı yarmak, mevcut krizi aşabilmek için müslüman toplumların ciddi bir çabası gerekli görünmektedir. Zira şu anda dünya ölçeğinde krizi besleyen sorunlar karşısında direnç gösterebilecek potansiyel paradigma İslam’dır. Gerek yukarıda belirtilen İslam dünyasındaki potansiyellerin bilfiil hale çevrilebilmesi, gerekse yukarıda belirtilen sömürgeleşme, üretimsizlik, düşünce müktesebatının zayıflığı gibi sorunların aşılabilmesi için İslam düşüncesi üretecek kurumsal yapılara ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlamda “Beytü’l-Hikme İslam Düşüncesi Enstitüsü” ismiyle inşa edilen bu yapının bu içerikle kurulması bugünkü şartlarda öncelikli adımlardan birisi olarak düşünülmektedir.
Amaç:
Teori ve pratik, olguların, meselelerin, hayatın birbirleriyle bağlantılı iki boyutudur. Salt teorik bir düşüncenin gündelik pratiklere dönüşmesi mümkün değildir. Fakat perspektifi, tezi, içeriği olmayan bir pratikler silsilesinin de sistematiklikten uzak, hedefsiz, rastgele olacağı görünen bir durumdur. Doğrusu müslüman toplumların en büyük sorunlarından birisi, kendi potansiyellerinizi sistematik bir perspektiften planlayamamak ise, bir diğeri de bunun yönetimselliğinin sağlanamamasıdır. Bu bağlamda müslüman toplumların sistematik bir İslam düşüncesi üretimi ve tartışması ile kendisine perspektif kurabilmesi bir öncelik arz etmektedir. Dolayısıyla “Beytü’l-Hikme İslam Düşüncesi Enstitüsü”nün kurulmasının amaçlarının başında bu gelmektedir.
Müslüman toplumların ülkesel, bölgesel ve küresel ölçekte bugünü ve tarihi iyi okumak ve geleceğe yönelik doğru stratejiler geliştirme mecburiyeti bulunmaktadır. Anlık, plansız tutum ve tavır alışlar tefekkürden uzak söylemlerle bugüne kadar bu strateji gerçekleştirilememiştir. İslam düşüncesinin tüm bu stratejilerin kurulması, tefekkürün derinleştirilmesi, sorunların anlaşılması ve çözülmesi gelenek ve müktesebat ile sağlıklı ilişkiler kurularak düşünce üretilmesi için İslam düşüncesini daha sağlam ve derinlikli kafa işçiliği ile işleyecek bir “Beytü’l-Hikme İslam Düşüncesi Enstitüsü”ne ihtiyaç bulunmaktadır.
Müslüman toplumlar modern dünyanın yükselişinden itibaren farklı paradigma ve perspektiflerin egemenliği, düşüncesi ve pratikleriyle kurulan bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu süreç çoğunlukla eklektik bir düşünce ve yaşam biçiminin üretilmesini sonuçlamıştır. Daha da ötede post/modern dünyanın kavramları ve perspektifleri üzerinden kurulan düşünce ve hayat tarzı tüm gezegeni kuşatmıştır. Elbette müslümanların da bir paradigması, dünya görüşü ve düşünce perspektifi bulunmaktadır. Bu minvalde müslüman toplumların kendi kavramlarıyla düşünmeye ve sağlıklı bir düşünsel perspektif oluşturmaya ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ise uzun vadeli “Beytü’l-Hikme İslam Düşüncesi Enstitüsü” gibi kurumsal bir yapı ve derinlikli çalışmayı gerektirmektedir.